Nihayet Be - Orta Asya ve Türkiye
  ANA SAYFA
  TÜRK ORDUSU
  ILETISIM
  ZIYARETCI DEFTERI
  MAKALELER
  => Türk birligi korkusu
  => Türkiye-Pakistan
  => Japonyanin Yeni Ekseni
  => Asya Devri Basliyor
  => Silahlanma Yarisi
  => Uzay Savaslari Provasi
  => Terör ve Devlet
  => Orta Asya ve Türkiye
  TEKNOLOJI HABER
  EN BABA SITELER
  ÜNLÜLER
  ÜLKE PROFILLERI
  TÜRKIYE VIDEOLARI
  FUTBOL KLÜPLERI
  PARA KAZAN
  ARABALAR

Orta Asya ve Türkiye


Sedat Laçiner


Akraba devletlere sahip olmak her ülke için önemlidir. Uluslararası ilişkilere hakim olan ‘güç dengesi’ olsa da, güç’ün önemli unsurlarından biri de yeryüzünde yalnız olmamaktır. Aynı ırka, ulusa, dile, dine, mezhebe, ideolojiye, kültüre vb. sahip olmak o ülkeler için işbirliğinin ve ortak bir anlayışın kapılarını açar. Zor zamanlarda birbirlerine en çok yardım eden devletler, bu devletlerdir. Bunun en güzel örneğini Anglo-Amerikan dünyası (ABD, İngiltere, Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda vd.) vermiştir. ABD 20. ve 21. yüzyılda hiçbir savaşta bu ülkelere karşı savaşmamıştır. İngiltere, neredeyse tüm savaşlarında yanında akraba devletleri bulmuştur. 1. Dünya Savaşı’nda İngilizler, Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar ve Kanadalılar omuz omuzadırlar. 2. Dünya Savaşı’nda da bu böyledir, Kore Savaşı’nda da. Vietnam’da Amerika’ya en anlayışlı yaklaşan da Anglo-Amerikan dünyası olmuştur. İngilizler Falklands’da savaşırken lojistik destek veren Amerikalılardır. Amerikalılar Libya’yı vururken uçaklar İngiltere’den kalkmıştır. Körfez Savaşı ve Irak Savaşı’nda da Amerika’yı ‘gerçekten’ destekleyen yine bu akraba devletlerdir. Öyle ki işbirliği istihbarat paylaşımına kadar gitmiştir.

Her devlet bir akraba devletler dünyası oluşturmaya çalışmıştır. İspanyollar ve Portekizliler Latin Amerika’da, Fransızlar Afrika gibi eski sömürgelerinde, İngilizler mevcut akraba devletlere ek olarak Commenwealth’de, Ruslar Orta Asya, Balkanlar, Kafkaslar ve Doğu Avrupa’da kendilerine yakın devletlerden oluşan bir dünya oluşturmaya çalışmışlardır. Böylece ticaret, siyaset ve askeri alanlarda kendilerini daha güçlü ve güvende hissetmişlerdir. Diğer bölgeler ile sorunları olsa da, akraba ve dost ülkeler ile kurdukları ilişkiler onları zor günlerden çıkarmış, güçlü oldukları zamanlarda ise onlara güç katmıştır. Böyle bir dünyası olan ülkeleri, diğerleri yalnız olarak algılamamış ve çoğu zaman gücünün üzerinde bir itibarı onlara sunmuşlardır.

Türkiye ise imparatorluk geleneğinden gelen bir ülkedir. Uzun yıllar Osmanlı dünyası ve İslam dünyası Türkleri çok geniş bir coğrafyanın temsilcisi yapmıştır. Batı Avrupalılar bir dönem tüm Müslümanlar için ‘Türk’ demişlerdir. Daha çok olumsuz yönleri üzerinde durulmasına karşın, Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşamını uzatan unsurlardan biri de olduğundan daha büyük görünmesidir ve bunda Türk ve Müslüman dünyanın lideri olarak algılanmasının rolü büyüktür. Türkiye Cumhuriyeti laik ve cumhuriyetçi bir anlayışla kurulunca ilk iş olarak geçmişin imparatorluk ve din merkezli siyasi oluşumlarına karşı savaş ilan edilmiştir. Aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk, İttihatçılar’ın pan-Türkçü yaklaşımlarını gerçekçi bulmamış ve gereksiz yere diğer devletlerin husumetini Türkiye üzerine çekmemek için ırk merkezli imparatorluk-vari yaklaşımlara set çekmiştir. 2. Dünya Savaşı ve NAZİ tecrübesi Türkçülüğü marjinalleştirmiş ve adeta bir tabu haline getirmiştir. Bu etkenlerle, Soğuk Savaş sona erinceye kadar din ve ırk merkezli ilişkilere soğuk bakılmış, bu ilişkiler dışa yayılmanın değil, içe çekilmenin bir unsurları olmuştur. Diğer bir deyişe 19. yüzyılda başlayan Osmanlı’nın geri çekilmesi süreci 20. yüzyılda da devam etmiş ve ‘soydaşlar’ kavramı altında Türklerin ve diğer kendisini Osmanlı hisseden ulusların Türkiye’ye akın akın göçleri devam etmiştir. Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan, Orta Asya’dan, Karadeniz’den ve diğer bölgelerden Türk ve diğer Osmanlı tabası Müslümanlar Türkiye’ye yerleşmişlerdir. Buna karşın Türkiye’nin bir Türk dünyası, bir Osmanlı dünyası veya bir Müslüman dünyası oluşturma girişimi olmamıştır. Hatta İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) deneyimi bir yana bırakılacak olur ise, bu tür fikirler tehlikeli addedilmiştir. İKÖ de aslında gerçek anlamda bir din merkezli bloklaşma sayılamaz. İKÖ bir tür diyalog ve işbirliği platformu olarak değerlendirilmelidir. Kaldı ki bu örgüte katılma konusunda da ciddi tartışmalar çıkmış, İKÖ üyeliğinin laikliğe aykırı olacağı söylenmiş ve Türkiye İKÖ’de oldukça istisnai bir konumla faaliyetlerini sürdürmüştür.

Elbette tüm sorumluluk Türkiye’ye yüklenemez. Ortada güçlü ve bir dünya oluşturacak sayıda Türk, ‘Osmanlı’ veya Müslüman devlet de yoktur. 1990’lara kadar Türk dünyasının bağımsız devletleri Türkiye ve KKTC’dir. Üstelik KKTC’nin ne kadar devlet olabildiği de tartışmalıdır. Müslüman dünyası ise henüz bir dünya değildir. Çok sayıda bağımsız devlet olmasına karşın bunlar fakir ve birbirleriyle işbirliği yapma yeteneğinden yoksundurlar. Hatta bir çoğu kendi aralarında (İran-Irak Savaşı, Kuveyt’in işgali vb.) savaşmaktadırlar. Bu durumda Türkiye yüzünü Avrupa’ya dönmüştür. Daha doğrusu Türkiye yüzünü Batı2dan geri çevirmemiştir. Selçuklu ve Osmanlı ile başlayan Batı’ya yöneliş Türkiye Cumhuriyeti döneminde güçlenerek devam etmiştir. 2. Dünya Savaşı ve sonrasında NAZİ, Faşist ve Rus tehditleri Türkiye’yi Batı’ya daha da yaklaştırmış ve nihayet Stalin Türkiye’yi tam anlamıyla Batı’nın kucağına itmiştir. NATO üyeliği ile askeri ittifak düzeyine ulaşan ilişkiler AET’ye başvuru ile çok daha geniş bir düzeye ulaşmıştır. Böylece Türkiye, Batı’da kurulan hemen her türlü teşkilat ve antlaşmada yer almıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak spordan, siyasete, ekonomiden sosyal yaşama kadar Türkiye ile Avrupa arasındaki entegrasyon çok üst düzeylere çıkmıştır. Buna rağmen Türkiye’nin yalnızlığı bir türlü sona ermemiştir. Tarihsel algılamalar ve yanlış anlamalar ile beslenen önyargılar Türkiye’de haksızlığa uğramışlık hissini arttırmış, Türkiye karşısında Yunanistan, Kıbrıs Rumları, Bulgaristan, Ermeniler vd. hep Batı’nın ‘şımarık çocukları’ olmuşlardır. Kıbrıs’ta Türk katliamı yaşanırken Türkiye azarlanmış, kapitalist-komünist kutuplaşmasının ortasında dahi SSCB ve ABD Hristiyan devletleri Türkiye’ye karşı desteklemişlerdir. Her ne kadar dinden ve ayrımcılıktan arınmış bir uluslararası ilişkiler hayal etse de, genç Türkiye kısa sürede dinin, mezhepsel, kültürel ve diğer farkların hala önemli olduğunu acı tecrübeler ile öğrenmiştir. Kıbrıs’tan Bulgaristan’a, Ermeni sorunundan Ege sorununa kadar Türkiye kendisini yalnız ve haksızlığa uğramış hissetmiştir. Johnson Mektubu’ndan silah ambargosuna kadar uğradığı ‘haksızlıklar’ onda yalnızlık hissini daha da arttırmış, ama diğer taraftan gelecekte girebileceği dünyalar için de onu psikolojik açıdan hazırlamıştır.

ÖZAL VE TÜRK DÜNYASININ DOĞUŞU

Soğuk Savaş’ın sona erişi Türkiye’deki yalnızlık hissini daha arttırmıştır. Bölgesel entegrasyonlara giden bir dünyada SSCB tehdidinin ortadan kalkışı Türkiye’nin de önemini azaltmış, ilk günlerde artık Türkiye’ye gerek kalmadığı mesajları gelmeye başlamıştır. Bu hayal kırıklığı içinde Türkiye AT’ye girmek için daha fazla çabalamış, fakat aldığı red kararı yalnızlığını daha da arttırmıştır. AT, daha sonraki adıyla AB Avrupa’nın tüm Hristiyan devletlerine tam üyelik yolunun açık olduğunun mesajlarını verirken, Türkiye Avrupa’nın ortasında ‘çirkin ördek yavrusu’ gibi kalakalmıştır. İşte tam bu ortamda ortaya çıkmıştır Türk cumhuriyetleri: Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Kırgızistan. Türkiye ilk başlarda bu gelişmeyi şüpheyle karşılamıştır. Hatta bu ülkeler ile ilgilenmenin faşistlik, ırkçılık vb. olduğunu söyleyen ‘devlet adamlarımız’ da çıkmıştır. Fakat gelişme heyecan vericidir. Bu telaş içinde Tacikistan’ı da Türk cumhuriyetleri listesine ekleyenler çıkabilmiştir, ki bu da şaşkınlık ile karışık sevince verilmelidir. Artık Türkiye de yalnız değildir. KKTC de eklendiğinde tam 7 tane bağımsız Türk devleti vardır ve bunlar Balkanlar’dan Çin’ kadar geniş bir coğrafyaya yayılmaktadırlar. Üstelik Çin’de de kısa bir süre sonra bir Sincan devletinin kurulabileceği ümidi bir çok çevrede vardır. Yine Rusya federasyonu içinde çok sayıda Türkik grubun devlet olma hayali kurdukları da bilinen bir gerçektir.

Böylece Türk dünyasının ilk temelleri rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından atılır. Fakat bu temel AB’ye veya genel olarak Batı’ya alternatif olarak değil, aksine Batı hedefini güçlendirmek için atılır. Artık kendine ait bir dünyası olan Türkiye Batı’da kendisini daha güçlü hissedecek, Türk kardeşlerinin kendisine verdiği güçle hem kendisinin, hem de onların Batı dünyasında yer almasını için çabalayacaktır. Fakat tablonun çok da iç açıcı olmadığını öğrenmek uzun sürmeyecektir. Geçen zaman içinde kardeşlik zayıflamıştır ve taraflar birbirlerini pek tanımamaktadırlar. Türk cumhuriyetleri Türkiye’den çok Rusya’ya yakındırlar ve Türkiye’de ise insanlar bu bölge hakkında neredeyse kara cahildirler.

Özal’ın inisiyatifiyle başlayan ve eğitimden ticarete kadar geniş bir alanda başlatılan çalışmalar Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasında atılan ilk temeller oldu. Türkiye’ye getirilen binlerce öğrenci geleceği inşa edecek kişiler olarak görüldü. Diğer taraftan Türk işadamları bölgede yatırım yapmaya teşvik edildi. Açılan yoldan Türk eğitimcileri de girdi ve çok sayıda eğitim kurumu açıldı. Bu çaba bölgede üniversite açmaya kadar gitti. Türkiye’nin en sıkıntılı anlarında yapılan bu fedakarlıklar bir dünya yapmak içindi. Yalnızlığa son vermek içindi. Yoksa herhangi bir bölgeye alternatif değildi. Çünkü aynı dönemde Türkiye AB çabalarını da tam hız sürdürüyor, AB’den gelen tüm ‘terslemelere’ rağmen gümrük birliği de dahil olmak üzere tüm gerekli adımları atmaya çalışıyordu.

Ne var ki tüm bu fedakarlıklar ve çabalar devletin kalıcı desteğini alamadı. Okullar ve fabrikalar şahsi girişimlere bırakıldı. Orta Asya bozkırlarında tutunabilen kaldı, tutunamayan kayboldu. Amerikan, Alman, Rus vd. özel sektör girişimleri devletlerinin tam desteğini alır iken, Türk yatırımları ‘diktatörlerin’ ve mafyanın insafına bırakıldı. Bölgede iş yapanlar karalandı. Dünyanın dört bir tarafında ihracat kapısı arayanlar ‘Türk dünyası’nı adeta unuttular. İlk günlerin heyecanı unutuldu. Belki de en çok ihtiyaç duyulan bir zamanda Türkiye Türk dünyası perspektifini kaybediyor.

Geldiğimiz noktada Kırgızistan’da yönetim değişti, Özbekistan kana bulandı. Orta Asya’da değişim durmayacak gibi görünüyor. Fakat olayların Türkiye neredesinde diye soracak olur isek, hayal kırıklığına uğrarız. Endonezya’dan Etiyopya’ya kadar adeta koşarcasına turlar düzenleyen Türkiye, belki de en önemli hayat bölgelerinden bir tanesini unutuyor. Orta Asya, Türkiyesiz bir süreçte ilerliyor.

Türkiye hangi entegrasyonun içinde yer alırsa alsın, ihracatı ne kadar artarsa artsın, Orta Asya ve Kafkaslar’ın önemi azalmamalıdır. Çünkü Türk dünyası Türkiye’nin yalnızlığına son vermede önemli bir aşama olabilir. Fakat bunun için yapılması gerekenler vardır. Şu ana kadar Özal’ın attığı tohumların ürünlerinden yararlananlar toprağa tohum bırakmalıdırlar. Yoksa tıpkı Irak’ta olduğu gibi, Orta Asya’da da gelecek kaybedilebilir.

NE YAPMALI?

- İlk olarak Orta Asya ile ilişkilerimizin felsefesinin oluşturulması gerekiyor. Başkent başkent koşturarak, hesapsız, plansız ve uzmansız üst düzey ziyaretler yaparak elde edilecekler çok azdır. Hatta plansız ve felsefesiz ziyaretler bazen yarar yerine zarar da verebilir.
- Bölgeye dönük politikaların fikri alt yapısı için kültürel yatırımlar ihmal edilmemelidir. Bölge ile dil ve kültür bağlarını arttıracak büyük çaplı programlar hazırlanmalıdır.
- Üst düzey ziyaretlerde bölgedeki yatırımlar kollanmalıdır. Devlet adamlarımız diğer zamanlarda da Orta Asya’daki Türk girişimlerinin takipçisi olmalıdır. Çünkü bu bölgede yapılacak her bir yatırım Türkiye’nin geleceği için, diğer bir çok bölgeden çok daha değerlidir.
- Bölge ile diyalogun kopmasına izin verilmemelidir. Her yıl en az birkaç kez bölge liderlerini bir araya getirecek organizasyonlar düzenlenmelidir.
- Medya bağı kuvvetlendirilmelidir. TRT’nin bölgeye dönük yayınları yeniden yapılandırılmalıdır. Sadece TRT 1 ve TRT 2 yayınlarının tekrarı ile küresel yayıncı olunamaz. Ayrıca diğer kanalların da bölgesel yayınları için teşvik olacak politikalar geliştirilmelidir. En önemlisi bölgeye haber verilmesinde ve bölgeden haber alınmasında Batı kaynaklarına olan bağımlılık kırılmalıdır.
- Üniversiteler, askeri okullar, polis okulları ve diğer eğitim kurumlarında bölgeye ayrılan kontenjanlar arttırılmalıdır.
- Bölgeye dönük olarak özellikle AB ve ABD ile ortak projeler geliştirilmelidir. Bu konuda Türkiye ısrarcı ve girişimci olmalıdır.
- Bugün Orta Asya cumhuriyetlerinde otoriter rejimler bulunmaktadır. Bu nedenle yatırımlar daha çok geleceğe dönük olmalı, bugün ne kurtarılabilirse onlar korumaya alınmalıdır. Özel sektör girişimleri yalnız bırakılmamalıdır.
- Bölgenin diğer güçleri Rusya, Çin, Pakistan ve İran ile bölgesel kalkınmaya dönük işbirliği sağlanmalıdır.

Yapılabilecekler listesi daha da uzayabilir. Fakat en önemlisi Türkiye’nin kazandığı Türk dünyası perspektifini koruması ve geliştirmesidir. İhracat trenleri gerçekten ilişkilere önemli katkılara sağlayabilir. Ancak tren raylar üzerinde gider ve ekonomi treninin rayları Orta Asya’da siyaset ve kültürden geçmektedir. Türkiye bu ülkelerde ‘Türk dünyası’ fikrini kuvvetlendirmediği sürece başarıları sınırlı kalacak, en kötüsü yalnızlık hissi devam edecektir. Arap dünyasının düştüğü sefalete düşmek istemiyorsak Türk dünyasını inşa etmek zorundayız. Çünkü her siyasi örgütlenme yapaydır ve emek ister. Eğer emek vermez iseniz bir Türk dünyanız da olamaz.

Sedat Laçiner

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol